Hukuki Yönüyle Anlaşmalı Boşanma Davası

Genel boşanma sebeplerinden olan anlaşmalı boşanma Türk Medeni Kanunu’nun 166. Madde 3. fıkrada düzenlenmiştir. Anlaşma ile boşanmada tarafların başvurusu tek başına yeterli olmayıp boşanmaya karar verilebilmesi için bazı koşulların mevcut olması gerekmektedir. Anılan kanun maddesi şu şekildedir:

“Evlilik en az bir yıl sürmüş ise, eşlerin birlikte başvurması ya da bir eşin diğerinin davasını kabul etmesi hâlinde, evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır. Bu hâlde boşanma kararı verilebilmesi için, hâkimin tarafları bizzat dinleyerek iradelerinin serbestçe açıklandığına kanaat getirmesi ve boşanmanın malî sonuçları ile çocukların durumu hususunda taraflarca kabul edilecek düzenlemeyi uygun bulması şarttır. Hâkim, tarafların ve çocukların menfaatlerini göz önünde tutarak bu anlaşmada gerekli gördüğü değişiklikleri yapabilir. Bu değişikliklerin taraflarca da kabulü hâlinde boşanmaya hükmolunur. Bu hâlde tarafların ikrarlarının hâkimi bağlamayacağı hükmü uygulanmaz.”Madde içeriğinden görüleceği üzere anlaşmalı boşanma koşulları şu şekilde sayılabilir:

1. Anlaşmalı Boşanma Davasında Evlilik Süresi

Anlaşmalı boşanmaya gidilebilmesi için evlilik birliğinin en az 1 yıl sürmesi gerekmektedir. Yasa koyucu bu kuralla bir nevi kısa süreli evlilikleri engellemeyi amaçlamaktadır. Bu sürenin birlikte geçirilmesi gerekmemektedir. Hakim bu süreyi kendiliğinden araştırmak durumundadır.
Yargıtay evlilik süresinin 1 yılı doldurmadığının anlaşılması durumunda anlaşmalı boşanma sebebiyle boşanmaya karar verilmemesini fakat Türk Medeni Kanunu’nun 1. fıkrasına göre taraf kanıtlarının toplanarak kanıtlara göre evlilik birliğinin temelden sarsılmış olup olmadığının kendiliğinden araştırılması gerektiğini düşünmektedir. Nitekim Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 07.11.2007 tarihli 1911-15180 sayılı kararında

“…davanın açıldığı tarihte henüz bir yıllık sürenin dolmadığı anlaşılmıştır. Mahkemece tarafların gösterdikleri delillerin toplanarak Medeni Kanun’un 166/1-2 maddesindeki şartların oluşup oluşmadığı araştırılıp sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken…”

diyerek bu konuyu içtihat etmiştir.

2. Eşlerin Anlaşmalı Boşanma Davası İçin Başvurusu

Burada yukarıda belirttiğimiz kanun metninden anlaşıldığı üzere taraflara iki seçenek sunulmuştur.

İlk olarak taraflar birlikte bir başvuru yapabilirler. Yargıtay burada açılan davada 2 davalı ve 2 davacı olduğu görüşündedir. Birlikte başvuru yapılması durumunda harç konusu da tartışma olmakla birlikte uygulamada tek başvuru harcı yatırıldığı görülmektedir.
Diğer başvuru biçimi ise eşlerden biri tarafından açılan davayı diğer eşin kabul etmesidir. Maddede belirtilen dava türü ise Medeni Kanun’un 166. maddesinde belirtilen davadır. Bunun dışında başka özel sebeplerle açılan boşanma davalarının diğer eş tarafından kabul edilmesi anlaşmalı boşanma koşullarını sağlamayacaktır.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi bu konuda verdiği 08.06.2009 tarihli 2008/8710 Esas 2009/10983 Karar sayılı kararında

“…Türk Medeni Kanunu’nun 166/3. Maddesi ancak aynı yasanın 166. Maddesine dayanılarak açılan davalarda gerçekleştirilebilir.”

düşüncesindedir.

3. Anlaşmalı Boşanma Davasında Tarafların Dinlenilmesi

Anlaşmalı boşanma davasında hakim tarafları bizzat dinleyerek karar verir. Taraflar vekille temsil ediliyor olsalar dahi hakim tarafları bizzat dinler.
Tarafların bizzat dinlenilmesi şartı tarafların boşanma talebinin serbest iradeleriyle verilip verilmediğini kontrol amaçlı getirilmiş bir hükümdür.
Taraflarca duruşma tutanağı imzalanmalıdır. Tarafların imzadan kaçınmaları halinde Türk Medeni Kanunu’nun 166. maddesinin 1. fıkrası gereği deliller değerlendirilip işlem yapılması gerekmektedir.

4. Hakimde Kanaat Oluşması

Anlaşmalı boşanmada hakim karar verirken tarafların iradeleri serbestçe açıkladığına kanaat getirmesi gerekmektedir.

5. Boşanma Protokolünün Uygun Bulunması

Tarafların, aralarında yaptıkları düzenlemeyi (uygulamada boşanma protokolü, anlaşma protokolü vb. gibi farklı isimlerle adlandırılan) hakimin uygun bulması gerekmektedir.
Taraflar boşanmanın mali sonuçları olan maddi tazminat, manevi tazminat ve yoksulluk nafakasına ilişkin anlaşma sağlamalıdırlar.
Taraflar çocuk(lar)ın durumu hakkında da bir uzlaşı sağlamalıdırlar. Burada tarafların iştirak nafakası, kişisel ilişki ve velayet hakkında anlaşma sağlamaları gerekmektedir.
Taraflar boşanmanın mali sonuçları ile çocukların durumu hakkında yaptıkları anlaşmayı yazılı ya da sözlü olarak hakime bildirirler. Hakim taraflar tarafından yapılan bu düzenlemeyi uygun bulmazsa öngörülen düzenlemede gerekli değişiklikleri yapabilir. Taraflar da yapılan değişiklikleri kabul ederse düzenleme bu haliyle kabul edilir ve anlaşmalı boşanma sağlanmış olur. Hakim istekten fazla bir şeye hükmedemez.
Şarta bağlı olarak anlaşma metni düzenlenemez. Taraflar isterlerse anlaşmalı boşanma davasında mal rejimine ilişkin de düzenleme yapabilirler.

Anlaşmalı Boşanma İle İlgili Diğer Bilinmesi Gereken Noktalar

  • Anlaşmalı boşanmada kusur araştırılması yapılmaz.
  • İçerisinde vekalet ücretini de barındıran yargılama giderlerine tarafların istemleri doğrultusunda karar verilmelidir.
  • Anlaşmalı boşanma istemi karar kesinleşinceye kadar her aşamada istenebilir. Yani temyiz ve karar düzeltme aşamalarında da anlaşma boşanma protokolü sunma imkanı mevcuttur. Nitekim Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 08.11.2010 tarihli 2010/19297 Esas 2010/18725 Karar sayılı kararında tarafların temyiz dilekçesine ekli protokol sunmalarını bozma sebebi olarak kabul etmiştir. 
  • Tarafların mali durumunun kendilerinden beklenmeyecek şekilde değişmiş olması durumunda anlaşmalı boşanmada tarafların kabul ettikleri nafaka yükümlülükleri değiştirilebilir. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2006/5781 Esas 2006/9638 Karar sayılı kararında “…taraflar protokol esaslarına uymakla yükümlüdürler. Bu protokolün değiştirilmesi için ekonomik şartlarda tarafların kendilerinden beklenemeyecek şekilde olağanüstü değişikliklerin olması gerekmektedir…” şeklinde karar vermiştir. 
  • Tarafların mahkemeye sunduğu anlaşmanın, hakimin getirdiği son önerilerin de taraflar tarafından kabul edilmesi ile oluşan değişikliklerle birlikte hüküm kısmında yer alması gerekmektedir.

Ahlaka Aykırı Meslek Edinen Annenin Velayet Hakkı

velayet 670x300

Sözlük anlamında velâyet; sevmek, sahip çıkmak, yardım ve idare etmektir. Hukuk alanında velâyet ise; bir başkasına sözünü geçirmek onun üzerinde egemenlik ve otorite kurmak yetkisidir.

Velâyet hakkı ise ana-babanın çocukların ve istisnai olarak da, kısıtlı yetişkinlerin, bakım ve korumasının sağlanması amacıyla, onların şahıslarının ve mal varlığının üzerinde sahip oldukları görev, yetki ve hakları ifade eder.[1] Velâyet hakkı kapsamına, çocuğun bakımı, eğitimi, kanunî temsili, ona uygun okul ve meslek eğitimi belirlenmesi; meslek eğitiminin belirlenmesinde çocuğun gittiği okulu seçme ve okul ile birlikte çalışma, çocuğun yardıma ihtiyaç duyması durumunda devlet kurumları ile birlikte çalışmayı, dini eğitim, çocuk mallarının yönetilmesi ve de çocuk ile aynı çatı altında yaşama yani onun ikametgâhını belirleme hak ve yükümlülüğünü kapsar.

Velâyet hakkı, ana babanın kişilik haklarının bir parçasıdır. Ayrıca velâyet hakkının kullanılması, çocukların korunması ve yetiştirilmesine yönelik kamusal bir temele dayandığından, bunun sağlararası bir sözleşme ya da ölüme bağlı tasarrufla sınırlanması mümkün değildir. [2]Bu hak başkasına devredilemediği gibi bu haktan feragat da edilememektedir.

Babanın Çocukla İlgili Fikri Anneninkinden Üstün Değil

Eski Medeni Kanunda, evlilik birliği devam ettiği sürece ana babanın velâyeti birlikte kullanacakları, anlaşamadıkları taktirde babanın oyunun üstün olacağı belirtilmişti. Bu ayrıcalığın sonucu şuydu: Çocuğun öz adının konmasında, onun okulunun seçilmesinde, işe verilmesinde, nişanlanmasında, kendisine uygulanacak tıbbi müdahalede son söz hep babanındı.[3]Ancak bu hüküm yeni Medeni Kanun döneminde kadın-erkek eşitliği gereğince kaldırılmış, babanın oyunun üstünlüğü düzenlemeye alınmamıştır.

Velayet Hukukunun Temel Noktası: Çocuğun Üstün Yararı

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin genel ilkelerinden biri olan “Çocuğun Yüksek Yararı İlkesi”, çocuk hukukunun en temel ilkesidir. İlkeyi düzenleyen Sözleşmenin 3. maddesine göre, çocuğu ilgilendiren her durumda ve her kararda mutlaka çocuk için mümkün olan en iyi çözüm tercih edilmelidir.

Türk Medeni Kanunu sistematiği içerisinde de velayet hukukunun temel dayanağı, çocuğun üstün yararıdır. Anne ve baba evli iken velayeti ortak kullanacaklardır. Anne ve baba boşanmış ise de bu hak, mahkemece kime tesis edilmişse onun kullanımına aittir. Velayet hakkını kullanan kimse, çocukla ilgili konularda çocuğun üstün yararı doğrultusunda karar almalıdır.

Türk Medeni Kanunu her ne kadar uluslarası sözleşmelerde düzenlenen esasları barındırsa da çocuğun yararı ile ana babanın yararının çatışması halinde çocuğun yararının öncelikli olacağını belirten açık bir hükmü düzenleme konusu yapmamıştır.  Bununla birlikte, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde çocukla ilgili bütün faaliyetlerde çocuğun yüksek yararının temel düşünce olacağı açıkça ifade edilmiştir. Türkiye’nin bu anlaşamaya taraf olduğu dikkate alındığında çocukla anne babanın yararı çatıştığında çocuğun menfaatinin öncelikli olacağının kabulü gerekir.

Türk Hukuk Siteminde Ortak Velayet Yok

Ana baba birbiriyle evli ise çocuğun doğumundan itibaren ortak velayete sahiptirler. Ortak velayet sadece anne baba evli iken söz konusu olacaktır. Bunun dışında anne babanın ayrılması veyahut boşanması halinde çocuğun velayetinin iki tarafa ait olup olamayacağı doktrinde tartışmalıdır. İsviçre ve Alman Hukukunda, boşanma sonrasında ana ve babanın velâyeti birlikte kullanma imkânı kanunda düzenlenerek tartışma sona erdirilmiş olmasına rağmen Türk Hukukunda bu durum halen muğlâktır.

Kanunun lafzından evlilik birliği sona erdikten sonra Türk hukukunda, velayetin ortak olarak düzenlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Evlilik devam etmekle beraber ortak hayata son verilmiş veya ayrılık hali gerçekleşmişse, hakim velayeti eşlerden birine verebilir. Velayet evliliğin ölüm ile sona ermesi halinde sağ kalan eşe, evliliğin boşanma ile sona ermesi halinde ise çocuğun kendisine bırakıldığı tarafa ait olacaktır.

Torununun Velayetini Alabilmek

Türk Medeni Kanununun 335. Maddesi gereğince; ergin olmayan çocuk ana babanın velayeti altındadır. Bu hüküm bize, velayet hakkının sadece anne babaya ait olduğunu gösterir.

Büyükanne/büyükbabanın torunlarının velayetini alma hakkı bulunmamaktadır. İstisnai durumlarda, velayet hakkı sahibi olan anne ve/veya baba; deneyimsizliği, hastalığı, başka bir yerde bulunması veya benzeri sebeple velayet görevini gereği gibi yerine getiremiyor, çocuğa karşı yeterli ilgiyi göstermiyor, çocuğa karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklıyorsa büyükanne/büyükbaba torunlarının vesayetini alabilecektir. Velayet ve vesayet farklı hukuki kavramlardır.

Vesayet dışında, büyükanne/büyükbaba torunlarının kendileri ile vakit geçirmesi amacıyla kişisel ilişki tesis edilmesini her zaman isteyebilirler.

Çocuk Kiminle Kalmak İstiyor?

Çocuk eğer olup bitenleri idrak edebilecek yaştaysa bu takdirde çocuk, velayet konusunda dinlenmelidir. Velayet konusunda karar verilirken idrak yaşındaki çocuğun dinlenmemesi Yargıtay’a göre bozma sebebidir.

Çocuğun dinlenmeden karar verilemeyeceği Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 12. Ve Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesinin 3. ve 6. Maddelerinin bir uzantısıdır.

“Çocuğunuzun karakterini, aynada gördüğünüz anne/baba şekillendirecektir.”

Velayet ve Genel Ahlaka Aykırı Meslekler

Velayet hukuku, çocukla anne/babası arasındaki ilişkiyi baz alır. Eşler arasındaki ilişkiler, çocuğu etkilememek kaydıyla o eşin velayet hakkını etkilemez. Örneğin boşanma davası sonucunda zina yaptığı kesinleşen eş, çocuğuna anne/baba olarak iyi bir şekilde bakabilecek durumda ise zina yaptığından bahisle velayetin kendisinden alınması gündeme gelmeyecektir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da bu konuda ‘’Boşanmada anne kusurlu olsa dahi annenin çocuğa karşı kötü davranışı ve istismarı da kanıtlanamamıştır. Küçük çocuğun da yaşı nedeniyle anne şefkatine ihtiyaç duyduğu ve velayetin anneye bırakılması gerektiği dikkate alınmalıdır. ‘’ diyerek konuyu açıklığa kavuşturmuştur.

Velayet hukukunda, çocukla velayet hakkı kendisinde bulunan taraf arasındaki ilişki her şeyin üzerinde tutulmuştur. Bu durumun en çarpıcı örneğini, Yargıtay’ın 1995 yılında verdiği kararı oluşturur.

‘’Davacı annenin mücerret genelevde çalışmakta olması onun kötü bir anne olduğunu göstermez. Anne çocuğu bu yaşantısının dışında tutabiliyorsa ve çocukla yaşam biçimi çocuğun yararına ise, velayet anneye verilebilir. Nitekim idrak çağındaki küçük de annesi ile birlikte kalmak istemektedir.“ Yargıtay 2.Hukuk Dairesi 05.07.1995 Tarih 6964/7868 Sayılı Kararı

Tarafların kendi yaşantıları, çocukları ile olan ebeveynlik ilişkilerinden ayrılabildiği ölçüde velayet haklarını etkilemeyecektir.


[1] DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, Aile Hukuku s. 519

[2] 0 Köprülü, Bülent-Kaneti, Selim; Aile Hukuku, 2. Bası, İstanbul 1989, s. 243.

[3] Serozan, (Koruma), s. 384

Ses Kaydı Delil Olur mu?

Ses Kaydı, Delil Olur mu?

Son günlerde gündemi işgal eden, gizlice kaydedilen ses kayıtları, gelen e-postalardan anladığım kadarıyla Hürriyet Ankara okurlarının da merak ettiği konulardan biri. Ancak bana gelen soruların çoğunluğu siyasi içerikli olaylarla ilgili değil; boşanma davasında sadakatsizliğinden şüphe edilen eşin kaydedilen görüşmeleri ve telefon kayıtları hakkında.

Eşlerin Birbirine Karşı Özel Hayatı Olmaz

Çok kişi bilmese de boşanma davaları hukuki süreç, kanuni dayanaklar ve diğer yönlerden diğer hukuk davalarından pek çok yönden ayrılır. Örneğin hâkimin kendiliğinden araştırması ve karar vermesi gereken birçok konu bulunmaktayken diğer hukuk davalarında “taraflarca hazırlanma ilkesi” ağırlık teşkil eder. Boşanma davalarının normal davalardan ayrıldığı yönlerden biri de bu deliller konusunda karşımıza çıkıyor.

Anayasamıza göre herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir: Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.

Ancak, evlilik birliğinde eşlerin, evliliğin devamı süresince birbirlerine sadık kalmaları da yasal bir zorunluluktur.

Eşlerden birinin, bu alana ilişkin özel yaşamı, evlilikle bir araya geldiği ve birlikte yaşadığı hayat arkadaşı olan diğer eşi de en az kendisininki kadar yakından ilgilendirir. O nedenle, evlilikte, evlilik birliğine ilişkin yasal yükümlülükler alanı, eşlerin her birinin özel yaşam alanı olmayıp, aile yaşamı alanıdır. Bu alanla ilgili de eşlerin tek tek özel yaşamlarının değil bütün olarak aile yaşamının gizliliği ve dokunulmazlığı önem ve öncelik taşır. Bu bakımdan evliliğin yasal yükümlülükler alanı, diğer eş için dokunulmaz değildir. Bu nedenle Yargıtay, eşinin sadakatinden kuşkulanan eşin, birlikte yaşadıkları, her ikisinin de ortak mekânı olan konutta, eşinin bilgisi dışında ses kayıt cihazı yerleştirerek, eşinin aleni olmayan konuşmalarını kaydederek sadakat yükümlülüğü ile bağdaşmayan davranışlarını tespit etmesinde özel hayatın gizliliğinin ihlalinden ve hukuka aykırılık bulunduğundan söz edilemeyeceğine karar veriyor. Yani, ses kaydı boşanma davalarında delil olarak kullanılabilir.

Telefon-Mesaj İçeriği Çıkar mı?

Ses kaydı ile ilgili yukarıdaki sorudan başka boşanma davalarında en çok duyulan bir diğer soru da gönderilen SMS mesajının içeriğinin tespit ettirilip ettirilemeyeceği. Hemen belirtelim ki boşanma davalarında mesaj içeriğinin tespiti Aile Mahkemesinden istenemez.

Aile Mahkemesi ilgili telefon şirketinden sadece mesajın atıldığı saati, numarayı, günü öğrenebilecektir. Ancak tarafların atmış oldukları mesaj, telefon cihazında duruyorsa, bu durumda var olan telefondan mesajın içeriği çıkartılabiliyor.

Umuyorum sorulara net olarak cevap verebilmişimdir. Bana hayatinsorulari@gmail.com adresinden sorularınızı ulaştırabilirsiniz.

* Hürriyet Ankara’da 6.2.2014’te yayınlanan yazımdan

Hatalı Tedavi Nedeniyle Doktorun Sorumluluğu Davaları

Malpraktis Nedir?

Dünya Tabipleri Birliği’nin 1992 yılındaki Genel Kurulu’nda tıbbi uygulama hatalarını ‘’hekimin tedavi sırasında standart uygulamayı yapmaması, beceri eksikliği veya hastaya tedavi vermemesi ile oluşan zarar ‘’olarak tanımlamıştır. Türk Tabipleri Birliği Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’nın 13. Maddesinde de buna paralel olarak Malpraktis tanımını ‘’bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeni ile bir hastanın zarar görmesi, hekimliğin kötü uygulanması’’ olarak düzenlemiştir.

Malpraktis kavramı, ilaç kullanımından hastane enfeksiyonlarına kadar tıbbi bakımın her aşamasında ortaya çıkabilecek bir süreci kapsasa da hastada meydana gelen her hata bu kapsamda değerlendirilemez. Genel olarak değerlendirme yapılacak olursa, her tıbbi müdahale hasta açısından belirli risk oluşturur. Hekimler kendilerinden beklenecek her türlü özen ve dikkati gösterse dahi bazı durumlarda hasta aleyhine sonuçlar ortaya çıkabilir. Komplikasyon yani katlanılabilir/olasılık dahilindeki risk olarak tanımlanan bu sonuçtan hekimlerin sorumlu tutulabilmesi hukuken mümkün değildir. Hekimin olasılık dahilindeki riskli duruma müdahalesinin yanlış olması durumunda hukuken sorumluluğu vardır.

Hekim, hastanın hukuken vekilidir!

Hekimle hasta arasındaki ilişkinin hukuki niteliği halen net olmamakla birlikte, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 18.09.2009 tarihli kararı gereğince vekalet akdidir. Vekalet akdi olması sebebi ile hekim, vekalete konu görevini yerine getirirken gerçekleşmesi istenen sonucun elde edilememesinden sorumlu değildir. Bu sonuca ulaşmak için gerçekleştirdiği eylemlerde gerekli dikkat ve özeni göstermesi yeterlidir. Nitekim Yargıtay 13. Hukuk Dairesi de bu yönde birçok karara imza atmıştır.

Davadaki ileri sürülüşe ve kabule göre, dava temelini vekillik sözleşmesi oluşturmakta olup, özen borcuna aykırılığa dayandırılmıştır ( BK. m. 386-390 ). Vekil, vekalet görevine konu işi görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de; bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışlarının özenli olmayışından doğan zararlardan sorumludur. Vekilin sorumluluğu genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin kurallara bağlıdır ( BK. m. 390/2 ). Vekil, işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, en hafif kusurundan dahi sorumludur ( BK. m. 321/1 ). O nedenle, vekil konumunda olan doktorun meslek alanı içinde olan bütün kusurları, hafif dahi olsa sorumluluğunun unsuru olarak kabul edilmelidir. Doktor, hastasının zarar görmemesi için mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu, tıbbi açıdan zamanında gecikmeksizin saptayıp, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz biçimde almak, uygun tedavi yöntemini de gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa, tereddüt doğuran durumlarda, bu tereddüdü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve bu arada da koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir tercih yaparken de hastasının ve hastalığının özelliklerini gözönünde tutmalı, onu risk altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınmalı, en emin yol seçilmelidir. Gerçekten de hasta, tedavisini üstlenen meslek mensubu doktorundan tedavisinin bütün aşamalarında mesleğin gerektirdiği titiz bir ihtimam ve dikkati göstermesini, beden ve ruh sağlığı ile ilgili tehlikelerden kendisini bilgilendirmesini güven içinde beklemek hakkına sahiptir. Gereken özeni göstermeyen vekil, BK.nun 394/1. maddesi hükmü uyarınca, vekaleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır. Tıbbın gerek ve kurallarına uygun davranılmakla birlikte sonuç değişmemiş ise, doktor sorumlu tutulmamalıdır. YARGITAY 13. HUKUK DAİRESİ E. 2006/10068 K. 2006/13288 T. 10.10.2006

Tıbbi uygulama hataları nelerdir?

Tıbbi uygulama hataları ülkelerin gelişmişlik durumu ile ilgili ise de tıp alanında bilimsel olarak en ileri devletlerde dahi malpraktis davaları görülmektedir. Örneğin Amerikan Tıp Enstitüsünün raporuna göre A.B.D.’de her yıl 44.000 ile 98.000 arasında hastanın tıbbi uygulama hatalarına bağlı öldüğü bildirilmektedir. Yurtdışında tıbbi uygulama hatası iddialarının artmasının nedenleri arasında tıpta sürekli yeniliklerin görülmesi ve bunların bütün topluma hızla yayılması, toplumun bilinç ve eğitim düzeyinin artması, sigorta sisteminin gelişmesi, hak arama mücadelesi gibi çeşitli tıbbi, hukuki ve sosyal faktörler yer almaktadır.[1]

Tıbbi uygulama hataları; istenmeyen sonuç, izin verilen risk ve bakım standardı olmak üzere üç kalem altında toplanabilir. [2] İstenmeyen sonuç, komplikasyon sonucu gerçekleşebileceği gibi tıbbi uygulama hatası sonucu da görülebilir. Bu sonucun, olağan risk altında olup olmadığının tespiti tıbbi bilirkişilerce değerlendirilir. Hukuken izin verilen risk kavramı, hekimin hastasının yararını gözeterek gerçekleşmesine izin verdiği zarardır. Hekim, söz konusu bu riski alırken hastasını bilgilendirmiş ve rızasını almışsa bu takdirde hukuken sorumluluğu olmayacaktır. Bakım standardı ise hekimin ve hizmet verdiği kurumun özellikleri kapsamında hastanın zarar görmemesini kapsar.

Hekimin Tazminat Sorumluluğu

Vekil konumunda olan doktor, hafif dahi olsa, bütün kusurlarından sorumludur. Doktor, hastasının zarar görmemesi için mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi açıdan zamanında saptayıp, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz biçimde almak ve uygun tedavi yöntemlerini uygulamak zorundadır. Hekimin buna aykırı davranışı malpraktis olarak değerlendirilir.

Halk arasında doktor hatası, hekim sorumluluğu olarak bilinen Malpraktis yani yanlış tedavi kavramı, belirli tıbbi hatalarda mağdurlara dava açma hakkı tanıyan sağlık hukukuna ait önemli bir kavramdır. Tıbbi Malpraktis, tazminat hukukunun bir parçasıdır ve tazminat hukukunun genel özellikleriyle uyumlu bazı ilkesel hedeflerin gerçekleşmesini amaçlar.

Hekimin Hatasından Devlet de Sorumludur!

Kamı hastanelerinde görev yapan hekimler gerek Devlet Memurları Kanunu gerek Yüksek Öğretim Kanunu, gerekse sair mevzuat hükümlerine göre kamu görevlisidir. Kamu görevlisi sıfatına haiz olması sebebiyle hekimin sorumluluğu nedeniyle görevli mercii tayin edilirken bir takım yasadan kaynaklanan farklılıklar bulunmaktadır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemine karşı yargı yolu açıktır(…) İdare kendi eylem ve işlemlerinden kaynaklanan zararı ödemekle yükümlüdür.” hükmü ile idarenin sorumluluğunu, 129/5 maddesindeki “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.”ifadesiyle de husumetin yöneltileceği tarafı göstermiştir.  Aynı şekilde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesinde ifade edilen “Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar.” hükmüyle de Anayasa’nın ilgili hükmü pekiştirilmiştir. İş bu hükümler gereğince artık devlet hastanesinde çalışan hekime doğrudan dava açma dönemi kapanmış olmaktadır.

Her ne kadar ilgili anayasal maddelerde hekimin sorumluluğundan dolayı davayı idareye yöneltmek için hizmet kusuru-kişisel kusur ayrımı yapılıyor gibi gözükse de gerek öğreti gerekse yargı kararlarının katı tutumu sebebiyle hemen hemen her durum hizmet kusuru kavramının arasına dâhil edilmektedir.

Öyle ki Hukuk Genel Kurulu’na göre, kamu görevlisinin, hizmet içinde veya hizmetle ilgili olmak üzere tutum ve davranışının suç oluşturması ya da hizmeti yürütürken ağır kusur işlemesi veya düşmanlık, siyasal kin gibi kötü niyetle bir kişiye zarar vermesi halinde dahi bu durum, aynı zamanda yönetimin gözetim ve iyi eleman seçme yükümlülüğünü yerine getirmemesi nedeniyle hizmet kusuru da sayılmalı ve bu nedenle açılacak dava idareye yönetilmelidir.[3]

İdare hasım gösterilerek açılacak olan bu dava idare mahkemelerinde açılır ve tam yargı davasıdır.

Hekimin Ceza Sorumluluğu

Hekime açılacak olan tazminat davalarında söz konusu olduğu gibi cezai sorumlulukta da özel olarak çalışan hekimle, kamu personeli olan hekim arasında farklılık bulunmaktadır. Özel olarak görevini ifa ederken tıbbi uygulama hatası yapmış olan hekimin cezai sorumluluğu savcılığın bu durumdan şikayet, ihbar gibi haberdar olması ile başlarken, kamu personeli olan doktorun cezai sorumluluğunun başlaması için amirinin izni gerekmektedir.

Kamu sektöründe çalışan hekimler hakkında adli soruşturma başlatılabilmesi ise 4483 Sayılı yasa gereği mülki amirliklerce haklarında ‘’soruşturma izni’’ verilmesine bağlıdır. Kamuda çalışan hekimler için önce idari bir soruşturma yürütülmekte, bu soruşturma sonucunda mülki amirden ‘’soruşturma izni’’ alınmaktadır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununda tıbbi uygulama hatalarına ilişkin özel bir düzenleme bulunmamaktadır. Hekimler hakkında tıbbi uygulama hataları nedeniyle ceza yargılaması, ortaya çıkan sonucun ölüm/yaralama olmasına göre 5237 sayılı kanunun 85 ve 89.maddelerine göre yapılmaktadır. Anılan maddelerde taksirle yaralamaya ve ölüme sebebiyet verme filleri düzenlenmektedir. Her iki maddedeki ortak unsur suçun oluşması için taksirin varlığı ön şarttır.

Hekimlik uygulamalarında taksir, teşhiste yanılma/geç kalma biçiminde ortaya çıkabileceği gibi tıbbi bir müdahale sırasında ve sonrasında gerekli dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranılması nedeniyle de oluşabilmektedir. Yüksek Mahkemenin içtihatlarına göre taksirin varlığı araştırılırken kullanılacak ölçüt, müdahalede bulunan hekimin mesleki bilgisine sahip bir hekimin göstereceği dikkat ve özendir. Cumhuriyet Başsavcılıklarında yapılan inceleme sonucunda, suçun işlendiğini gösteren makul şüphenin oluşması halinde hekim hakkında kamu davası açılacaktır. [4]

Özetleyecek olursak; Her hata hekimin sorumluluğunu doğurmaz ancak her malpraktis tazmin ve cezai sorumluluğu beraberinde getirir.


[1]Pakiş I, Yaycı N, Karapirli M, Polat O. Ölümle sonuçlanan tıbbi uygulama hatalarına yaklaşımda adli otopsinin rolü. Türkiye Klinikleri J Med Sci 2008; 28:30-9.

[2] Tıbbi Uygulama Hatalarında Hekim Sorumluluğu,Oğuz Polat, Işıl Pakiş

[3] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2012/4-729 E,2013/163 K,30.01.2013 T.

[4] Av. Hayrettin Çil, TIBBİ UYGULAMA HATALARINDA HEKİMİN CEZAİ SORUMLULUĞU

İşyerinde Psikolojik Taciz

help

Mobbing ve Türk Hukukunda Düzenlemeler

“Mobbing” Türkçe anlatımı ile  iş yerinde psikolojik taciz ,  bu tacize uğrayanlar için hayatı çekilmez hale getirmekte ve çoğu zaman işçinin tüm haklarından vazgeçerek işyerinden ayrılmasına sebep olmaktadır.

Mobbing sözlük anlamı olarak İngilizce’ de psikolojik şiddet, taciz, rahatsız etme anlamlarına gelmekte olup ülkemizde daha çok işverenin işçiyi tazminat hükümlerinden kurtulmak için istifaya zorlaması şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Peki bu durumla karşılaşan bir işçinin yasal hakları nelerdir ve bu konuda ülkemizdeki ilk yasal düzenleme neler getirmektedir ?

2011 Yılındaki Başbakanlık Genelgesi

Bu konuda ülkemizdeki ilk yasal düzenleme 19.3.2011 tarihli İşyerinde Psikolojik Tacizin Önlenmesine İlişkin 2011/ 2 sayılı Başbakanlık Genelgesi’dir. Bu genelgede Türk Hukuk Tarihinde ilk kez, kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör işyerlerinde gerçekleşen psikolojik tacizin çalışanların itibarını ve onurunu zedelediği, verimliliği azalttığı ve çalışanların sağlığını kaybetmesine neden olduğu ve bunun çalışma hayatını olumsuz etkilediğine yer veren bir metin olması bakımından önemlidir!

Genelgede mobbingle mücadelenin öncelikle işverenin sorumluluğunda olduğu -bu

bağlamda ;

a- çalışanların tacize maruz kalmamaları için gerekli bütün önlemlerin işverence alınması gerektiği,

b- toplu iş sözleşmelerine bu konuda önleyici nitelikte hüküm konulması,

c- psikolojik tacizle mücadeleyi güçlendirmek için Çalışma ve Sosyal Güvenlik İletişim Merkezi- Alo 170 hattı üzerinden psikologlar vasıtası ile çalışanlara yardım ve destek verilmesi,

d- bu konuda çalışacak “Psikolojik Tacizle Mücadele Kurulu” kurulması,

e- bu konuda yürütülen iş ve işlemlerde kişilerin özel yaşmalarının korunmasına azami özen gösterilmesi,

f- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından mobbinge farkındalık yaratmak amacı ile eğitim ve bilgilendirme toplantıları ile seminerler düzenleneceği konuları ayrı ayrı ele alınmış ve belirtilmiştir.

Yukarıda getirdiği düzenlemeler başlıklar halinde verilen genelge mobbingle  mücadele açısından ülkemizce atılan ilk ve en önemli adım olup değeri büyüktür. Sonuçların nasıl gelişeceğini ise izleyip görmek gerekecektir.

Bu konuda Türk Mahkemelerince verilen ilk karar 2006 yılında Ankara 8. İş Mahkemesinin verdiği bir karar olup bu davada işçinin yönetimin değişmesi sonucu işyerinde amiri ile arasında sürekli gerginlik olması, sözlü ve yazılı baskı oluşturulması, işçiden 1,5 sene içinde 5 defa yazılı savunma istenmesi ve haksız kınama cezaları verilmesi sonucu işçinin duygusal tacize uğradığı kabul edilmiştir. İşveren bu davada işçinin uğradığı manevi baskılar ve psikolojik yıpranma nedeni ile 1.000.-  tl manevi tazminat ödemeye mahkum edilmiştir.

Borçlar Kanunu’nun 417.maddesi 

Türk hukukunda “Mobbing”i düzenleyen ilk kanun maddesi ise 1 Temmuz 2012 de yürürlüğe giren yeni Borçlar Kanunu md. 417 ‘de yer almış olup bu madde  “işçinin kişiliğinin korunması” başlığı ile konuya değinmiştir.

Burada  “Mobbing” eylemi ile işverenin ihlal ettiği temel borç işçiyi gözetme borcudur.

Türk hukukunda işverenin işçiyi gözetme borcu BK md. 332 ve İş. Kanunu md. 77’de düzenlenmiştir. Buna göre işveren işçinin sağlığını korumak ve gözetmek zorundadır. Burada kastedilen sadece fiziksel sağlık değil aynı zamanda ruhsal sağlıktır. Zaten bu güne dek bu konuda açık bir yasal düzenleme olmamasına rağmen açılan davaların kabul edilmesinin en önemli nedeni Türk Hakimlerinin maddeyi geniş yorumlayarak sadece fiziksel değil ruhsal sağlığın korunmasının da gözetilmesine inanmasından kaynaklanmıştır.

Kişilik hakları mobbing nedeni ile saldırıya uğrayan işçi aşağıdaki hukuki yollara başvurabilir;  

  1. Mobbing konusu eylem işçinin veya aile fertlerinden birinin şeref ve namusuna dokunacak sözler veya davranışlar şeklinde olmuşsa buna maruz kalan işçi iş aktini İş Kanunu md. 24/II hükmüne göre ihbar süresini beklemeden derhal haklı nedenle feshedebileceği gibi bu haklı fesihle beraber kıdem tazminatına hak kazanma şartlarını taşıyor olması durumunda işverenden kıdem tazminatını da talep edebilir ve buna göre işçilik hak ve ücretlerine ilişkin iş davası açabilir.  
  1. Bunun dışında kişilik hakları ihlal edilen işçi Medeni Kanundan kaynaklanan aşağıdaki dava açma haklarını da kullanabilir: 

a. Saldırı tehlikesinin önlenmesi davası,

b. Saldırıya son verilmesi/ durdurulması davası,

c. Saldırının hukuka aykırılığının tespiti davası,

d. Maddi tazminat davası,

e. Manevi tazminat davası,

Ancak yukarıda sayılan bu davaların açılması durumunda bunları kazanmanın en önemli koşulu iddia edilen mobbing eyleminin varlığı, bunun sonucu işçinin zarar görmüş olması ve bu eylemle oluşan zarar arasında illiyet bağının olması ve bu durumun delillerle yargılama sırasında ispatlanabilmesidir.

Ceza Kanunlarında Mobbing

  Mobbing nedeni ile yapılabilecek “Ceza Başvuruları” ,

 Mobbing oluşturan eylemin ne tür bir eylem olduğuna göre yapılacak başvuru  maddesi değişecektir. Buna göre yapılabilecek başvurular :

  1. Tck md. 96’ya göre “eziyet” suçunun varlığına bağlı şikayette bulunulabilir,
  2. Tck md. 123’ e göre “kişilerin huzur ve sükununu bozma suçu”nun varlığı iddiası ile başvuruda bulunulabilir,
  3. Tck md. 125’ e göre “Hakaret” suçunun koşulları var ise bu maddeden şikayette bulunulabilir,
  4. Tck md. 267’ye göre “İftira” suçunun koşulları var ise bu maddeden şikayette bulunulabilir.

 

İş Hukuku’nda Ücret Kavramı

 işçi

İŞ HUKUKU’NDA ÜCRET KAVRAMI 

İş Kanunu’nun 32. Maddesinin 1. fıkrası uyarınca genel anlamda ücret bir kimseye bir iş karşılığında işveren veya 3. kişiler tarafından sağlanan ve para ile ödenen tutardır. Ücret ödeme borcu işçinin iş görme borcu karşısında yer alır. Ücret iş akdinin kurucu unsuru olması sebebiyle ücret olmaksızın iş akdinin varlığından söz edilemez.

İş Kanunu’nun asıl ücret olarak nitelendirdiği ücret işçiye ödenen temel(çıplak) ücret, para ile nakden ödenen tutardır. Temel ücret ayni olarak kararlaştırılamaz.

İş akdinin tarafları asgari ücretin altında kalmamak koşuluyla ücret miktarını serbestçe kararlaştırılabilir.  Taraflar arasında ücret kavramı belirlenmemişse asgari ücretten az olmamak koşuluyla emsal işçi ücretleri göz önünde tutularak belirlenir.

Ücret Belirlenirken Gözönünde Tutulması Gereken Hususlar

Ücret konusunda taraflar arasında çıkan uyuşmazlıklarda ücret, işçinin kişisel özellikleri, kıdemi, iş tecrübesi, yapılan işin niteliği ve işyerindeki uygulamalar ile aynı ve benzer işlerde çalışan işçilerin ücretleri göz önünde tutularak saptanır. Ücret konusunda çıkan uyuşmazlıklarda gerçek ücreti her türlü delille ispat mümkündür.

Ücret Çeşitleri Nelerdir?

Ücret türlerinden zamana göre, parça başına, götürü ve yüzdeye göre ödenen ücretler uygulamada temel ücret olarak ödenmektedir. Temel ücrete ek ödemeler ise prim, ikramiye, komisyon ücreti, kardan pay alma olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zamana göre ücret, saat, gün, hafta, ay gibi işin görüldüğü zaman dilimini esas alınarak hesaplanan ücret türüdür. Bu ödemede işçinin hastalık vb. sebeplerle izinli sayıldığı hallerde ücrete hak kazanamaz. Bu ödemenin ayda bir yapılması maktu aylık ücretle karıştırılmamalıdır.

İşçi tarafından üretilen mal veya çıkarılan işin miktarına göre ödeme yapılan ücret sistemi ise parça başına ücret sistemidir. Diğer bir ücret çeşidi olan götürü ücret ise işin sonucuna göre hesaplanan ücret türüdür.

Yüzde usulüne göre ücret İş Kanunu’nun 51. Maddesinde düzenlenmiştir. Bu ücret türünde otel, lokanta, eğlence yerleri gibi işyerlerinde hesap pusulalarına belirli bir yüzde olarak eklenerek müşterilerden alınan paraların işveren tarafından işyerinde çalışan tüm işçilere belirli oranlarda ödenmesi şeklinde uygulanan ücret sistemine denir.

Asıl ücretin yanı sıra işveren tarafından özellikle işçinin başarılı çalışması sonucu işveren tarafından işçilere ödenen ek ücretler vardır. İlk olarak prim, işçinin nicelik ve nitelik açısından başarılı bir şekilde yapmış olduğu işin karşılığı olarak ödüllendirilmesi amacıyla ödenen ek ücret türüdür.

Diğer ek ücret türü olan ikramiye, işverenin işçilere yaptıkları işten duyduğu memnuniyeti ya da bayram, yılbaşı gibi bazı özel vesileler nedeniyle verdiği ücret türüdür. 6772 sayılı kanun ile işçilere verilecek ikramiyelerin sınırları belirlenmiştir. İkramiye ve prim iş akdi veya toplu iş sözleşmesi ile getirilmiş ya da işverence tek taraflı olarak sağlanmış olabilir. İşveren tarafından tek taraflı olarak sağlanan prim ya da ikramiye koşulların gerçekleşmesi sonucunda işyeri uygulamasına dönüşürse işçinin bu ücretleri talep hakkı doğar.

Ücretin Nakden Ödenmesi Zorunluluğu

Ücretin ödenme şekli İş Kanunu’nun 32. maddesinde düzenlenmiştir. Düzenlemeye göre ücretin para ile ödenmesi gerekir. Emre muharrer senetle (bono ile), kuponla veya yurtta geçerli parayı temsil ettiği iddia olunan bir senetle veya diğer herhangi bir şekilde ücret ödemesi yapılamaz. Ücretin aynen ödenmesi ancak ücret dışındaki yan menfaatler için söz konusu olabilir.

Ücret, kural olarak Türk parası ile ödenir. Yani ücretin yabancı para üzerinden ödenmesi de mümkündür.

Ücret ve diğer ek ücret türleri kural olarak işyerinde veya özel olarak açılan banka hesabına ödenir. Bunun yanı sıra Çalışma Bakanlığı ve diğer bakanlıklar işletmenin özelliklerini göz önüne alarak bazı işverenlerce işçi ücretlerin açılacak banka hesapları vasıtasıyla ödeme zorunluluğunun getirilmesine karar verebilir. İşveren tarafından işçiye ödenmek üzere banka hesabına para yatırılması ücret borcunun ifası sayılır.

Asıl borca bağlı feri borçların istenebilmesi için işçi tarafından ihtirazı kayıt koyulması gerekmektedir.

Meyhane ve benzeri eğlence yerleri ve perakende mal satan dükkanlarda sayılan yerlerde çalışan işçiler hariç olmak üzere ödeme yapılamaz. İşçi, sayılan mekanlarda yapılan ödemeyi kabul etmek zorunda değildir.

Ücret Peşin mi Ödenir?

İşçinin ücreti kural olarak işin ifasından sonra ödenir. Bu durumun aksi kanunla ya da sözleşmeyle kararlaştırılabilir. Nitekim ücretin işin ifasından sonra işçiye ödenmesi kuralına istisnalar mevcuttur. İş Kanunu’nun 32. maddesinin 5. Fıkrasında ücretin en geç ayda bir ödenmesi ve iş akitleri veya toplu iş sözleşmeleri ile sürenin bir haftaya kadar indirebileceğini hükme bağlanmıştır. İşçi ücretleri Borçlar Kanunu’nun 94. Maddesi gereği alışılmış iş saatlerinde ödenir.

Ücret alacağının varlığını kanıtlama yükümlülüğü işçiye, ücretin ödendiği kanıtlama yükümlülüğü işverene aittir. İş Kanunu’nun 37. maddesi gereği işveren işçiye ücret hesabını gösterir imzalı veya işyerinin özel işaretini taşıyan bir pusula vermek zorundadır. Pusulada ücrete yapılan her çeşit eklemenin ve kesintinin gösterilmesi gerekmektedir. İşveren ücret ödeme borcunu kanıtlaması bakımından ücret bordroları önemli bir delil olmakla birlikte kesin delil niteliği taşımamaktadır.

 Yargıtay, iş hukukunun özellikli bir hukuk dalı olması ve işçilerin çalışma hayatında haksızlığa uğrama ihtimalinin yüksek olmasını göz önüne alarak işçi tarafından imzalanmış olsa dahi maaş bordrolarına uyuşmazlık durumunda kesin delil olarak görmemektedir. Nitekim uygulamada işçinin maaşının olduğundan daha düşük gösterilerek bordro düzenlenmesi sık karşılaşılan bir durumdur.

Ücreti Ödenmeyen İşçi Çalışmaktan Kaçınabilir mi?

İş Kanunu’nun 34. Maddesinde işçinin ücretinin ödenmemesi durumu düzenlenmiştir. Düzenlemeye göre işçi ücretinin ödeme gününden itibaren 20 gün içerisinde mücbir bir sebep olmaksızın ödenmemesi durumunda iş görme borcunu yerine getirmekten kaçınabilir. Yargıtay buradaki ücret kavramının geniş anlamdaki ücret olduğu görüşündedir.

Ücretin ödenmemesi sebebiyle çalışmama sayısal olarak geniş bir kitlece yapılsa dahi grev niteliği kazanmayacaktır. İşverenin, ücreti ödenmemesi sebebiyle çalışmaktan kaçınan işçinin yerine yeni işçi alması yasaklanmıştır. Fakat aksi bir durumda yaptırımı düzenlenmemiştir. İşveren çalışmaktan kaçınan işçilerin bu sebeple iş akitlerini sonlandıramaz.

Ücret Alacağının Zamanaşımı Süresi

Ücrete ilişkin alacaklar 5 yıllık zamanaşımına tabidir ancak zamanaşımı süresi alacağın muaccel olması ile başlar. Yani zamanaşımı iş akdinin devamı süresince işlemeye devam eder. Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı gibi ücret dışı tüm tazminatlar Borçlar Kanunu kapsamında genel zamanaşımı süresi olan 10 yıllık zamanaşımına tabidir.

İşçinin ücretinin nafaka borcuna ilişkin düzenlemeler ayrık kalmak koşuluyla ancak dörtte biri haczedilebilir. İşçi ücretinin ancak dörtte birini devredebilir. İşveren kural olarak işçiden olan alacağı ile işçinin ücretini takas edemez.

Evlilik Öncesi Alınan Dairenin Ödemelerine Evlilik İçinde de Devam Edilmesi

T.C. YARGITAY 8. HUKUK DAİRESİ E. 2015/15539 K. 2015/20137 T. 10.11.2015

• EVLİLİK ÖNCESİ ALINAN DAİRENİN ÖDEMELERİNE EVLİLİK İÇİNDE DE DEVAM EDİLMESİ ( Davalının Daireyi Davacının Hak İsteyebileceği Endişesiyle Üçüncü Kişilere Devrettiği/Dairenin Bedelinin Yarısının Dava Tarihinden Geçerli Yasal Faizi İle Davalıdan Tahsili – Davaya Aile Mahkemesi Sıfatıyla Bakılması Gerektiği )

• GÖREV ( Evlilik Öncesi Alınan Dairenin Ödemelerine Evlilik İçinde de Devam Edilmesi/Davalının Daireyi Davacının Hak İsteyebileceği Endişesiyle Üçüncü Kişilere Devrettiği – Dairenin Bedelinin Yarısının Davalından Tahsili/Davaya Aile Mahkemesi Sıfatıyla Bakılacağı )

• EVLİLİK İÇİNDE ÖDEMELERİ DEVAM EDEN DAİRENİN BEDELİNİN YARISININ DAVALIDAN TAHSİLİ İSTEMİ ( Davalının Daireyi Davacının Hak İsteyebileceği Endişesiyle Üçüncü Kişilere Devrettiği/Dairenin Bedelinin Yarısının Dava Tarihinden Geçerli Yasal Faizi İle Davalıdan Tahsili – Davaya Aile Mahkemesi Sıfatıyla Bakılması Gerektiği )

4787/m.4

ÖZET : Davacı, evlilik öncesi davalının üyesi olduğu ancak ödemeleri evlilik içinde de devam eden kooperatiften edindiği. ada.. parseldeki .. numaralı daireyi davacının hak isteyebileceği endişesiyle üçüncü kişilere devrettiğini, bu dairede kendisinin de hakkı bulunduğunu açıklayarak tespit dosyası ile tespit ettirdiği dairenin bedelinin yarısının dava tarihinden geçerli yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Görev, kamu düzenine ilişkin olmakla yargılamanın her aşamasında kendiliğinden gözönünde bulundurulur. Mahkemece, niteliği dikkate alınarak davaya Aile Mahkemesi sıfatıyla bakılması gerekirken, yazılı şekilde Asliye Hukuk Mahkemesi sıfatı ile yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.

DAVA : G. S. ile M. K. aralarındaki tazminat davasının kısmen kabulüne dair Keşan 2. Hukuk Mahkemesi’nden verilen 25.12.2012 gün ve .. sayılı hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtay’ca incelenmesi davacı tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 10.11.2015 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü taraflardan kimse gelmediğinden incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verildi. Temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı G., evlilik öncesi davalının üyesi olduğu ancak ödemeleri evlilik içinde de devam eden kooperatiften edindiği. ada.. parseldeki .. numaralı daireyi davacının hak isteyebileceği endişesiyle üçüncü kişilere devrettiğini, bu dairede kendisinin de hakkı bulunduğunu açıklayarak tespit dosyası ile tespit ettirdiği dairenin bedelinin yarısı olan 35.318 TL’nin dava tarihinden geçerli yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı M. mirasçıları vekili, davalının evlilik öncesi üyesi olduğu Kooperatife yapılan ödemelerin hemen hemen evlilik tarihine kadar tamamlandığını, davacının hakkı olmadığını, davalının ihtiyacı sebebiyle devir yaptığını açıklayarak reddi savunmuştur.

Mahkemece, davanın kısmen kabulüne, 5.603,85 TL’nin dava tarihinden geçerli yasal faizi ile davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin isteğin reddine karar verilmesi üzerine hüküm, davacı G. tarafından temyiz edilmiştir.

Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir ( 6100 sayılı HMK’nun 33 m ). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, katkı payı ve katılma alacağı isteğine ilişkindir.

4787 sayılı Aile Mahkemeleri’nin Kuruluş Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun’un 5133 sayılı Kanunla değişik 4. maddesi; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun ikinci kitabından üçüncü kısım hariç olmak üzere aile hukukundan ( TMK’nun 118-395 m ) kaynaklanan bütün davaların Aile Mahkemesi’nde bakılacağını hükme bağlamıştır. Aile Mahkemesi kurulmayan yerlerde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca belirlenen Asliye Hukuk Mahkemeleri’nde davanın Aile Mahkemesi sıfatı ile görülüp karara bağlanması gerekir ( H.G.K 16.11.2005 tarih ve 2/673-617 sayılı kararı ). Görev, kamu düzenine ilişkin olmakla yargılamanın her aşamasında kendiliğinden gözönünde bulundurulur. Bu açıklamalar karşısında mahkemece, niteliği dikkate alınarak davaya Aile Mahkemesi sıfatıyla bakılması gerekirken, yazılı şekilde Asliye Hukuk Mahkemesi sıfatı ile yargılamaya devam edilerek hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle davacı G.’nün temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile usul ve yasaya aykırı bulunan hükmün 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre işin esasına yönelen temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, taraflarca HUMK’nun 388/4. ( HMK m.297/ç ) ve HUMK’nun 440/1 maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve 27,70 TL peşin harcın istek halinde temyiz eden davacıya iadesine, 10.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Kamulaştırmasız El Atma İle İlgili Son Durum

arsa670x300Kamulaştırmasız El Atma İle İlgili Son Durum

Ülkemizdeki her hangi bir kamu kuruluşun elindeki kamu yetkisini kullanarak bir taşınmazı kamulaştırması biz avukatların da karşılaştığı birçok sorunu beraberinde getirmektedir. Şöyle ki; idare imar planından sonra taşınmazı planına göre kamulaştırmayabilmekte veya takasa konu etmekte veya kamulaştırmasız olarak el atabilmekte veya başkaca sebeplerle mal sahiplerini işlem yapmadan uzun yıllar bekletmekte haliyle mal sahiplerinin ve hatta onların vekili olan avukatların dahi mağduriyetlerine sebep olmaktadır.

İdarenin kamulaştırma sırasında yarattığı hukuka aykırı bu uygulamalar evrensel hukuk kurallarına ( AİHS Ek Protokol NO 1) da açıkça aykırı olduğundan Yargıtay avukatların başvurularını da dikkate alarak somut durumun farkına varmış ve bu konudaki görüşünü değiştirmiş ve taşınmazsına kamulaştırmasız el atılan kimsenin ilgili kamu kurumu aleyhine “el atmanın önlenmesi davası” açabileceği gibi “tazminat verilmesi”ni de isteyebileceğini 16.5.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile sonuca bağlamıştır.

Bu karar durumu biraz düzeltse de bundan sonraki hukuka aykırılık 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesinden kaynaklanmıştır, şöyle ki, bu maddede kamulaştırmasız el atma nedeni ile açılacak davalara süre yönünden bir kısıtlama getirilmiş iken Anayasa Mahkemesi 10.4.2003 günlü 2002/112 e., 2003/ 33 nolu kararı ile bu maddeyi iptal etmiş, böylelikle hak sahiplerinin 38. madde ile dava açma hakkını 20 yıl süre ile sınırlayan kanun maddesi hükümsüz kalmıştır.

Nihayetinde konu ile ilgili son olarak 30.6.2010 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 18.06.2010 gün ve 5999 sayılı “ Kamulaştırma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”  yayımlanmış ve buna göre malikçe tazmin talebinde bulunulması halinde öncelikle uzlaşma yoluna gidilmesi uzlaşma temin edilemeyen hallerde ise dava yoluna gidilebileceği kanunla belirlenmiştir.

Bu yeni kanun düzenlemesi neler getirmiştir?

Bu kanunun öncelikli amacı, imar planından sonra yasal süreler içinde planı uygulamayan takas ve kamulaştırma yoluna gitmeyip de yıllarca eylemsiz kalarak taşınmaz sahibini mağdur eden idarenin taşınmaza müdahalesinin önlenmesidir. Bunun için taşınmazın maliki bu yerin bedelini tazmin talebinde bulunabilecektir. Taşınmaz malikinin tazmin talebi varsa önce uzlaşma yoluna gidilmesi teklif edilecek, uzlaşma kabul edilmezse taşınmaz maliki dava yoluna gidebilecektir.

Kamulaştırmasız el atmada işlemi yapan kamu kurumu, kamulaştırma kanununa uygun hareket etmeden kişinin malını elinden almış olması sebebi ile kanuna aykırı bir harekette bulunmuştur. Bu bakımdan bu kişinin açacağı dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır.

Kanun değişikliğinden bu yana avukatlarca adliyelerde açılan bu çeşit davaların sayısında büyük bir artış olmuştur. Bize göre yapılan düzenlemeler son derece yerindedir ve artık süre sınırının da ortadan kalkması ile hak sahibi lehine bir durum doğmuştur. Böylelikle kişilerin Anayasa 35. madde ile korunmaya çalışılan “mülkiyet hakkı” daha da korunur hale gelmiştir.

Adli Yargı mı İdari Yargı mı ?

2014 yılı  Ocak ayına geldiğimiz bu günlerde dahi konuyla ilgili çözüm bekleyen son mesele kamulaştırmasız el atma eylemimin hukuki el atma mı yoksa fiili el atma mı olduğunun tespiti ile buna karşı açılacak tazminat davasının hangi yargı yolunda görüleceği meselesi olup ; uzun yıllardır “ADLİ YARGI” da görülen bu her iki türdeki tazminat davasından HUKUKİ EL ATMALARLA ilgili olanlar artık ( YARGITAY’ ın ilgili 5 Hukuk Dairesi’nin son kararlarına göre) İDARİ YARGI  , FİİLİ EL ATMALARDAN kaynaklananlar ise eskiden de olduğu gibi ADLİ YARGI görevlidir diye tespit edilerek sonuca varılmıştır.

Son kanuni düzenleme durumu bu kadar açık ortaya koymamışsa da Yargıtay bu konudaki tartışmalara son vermiş bu davalardan hangilerinin Adli hangilerinin İdari yargıda dava konusu edileceği de böylelikle kesinlik kazanmıştır.

Hangi evlilikler ‘’çocuk evliliği’’dir?

çocuk evliliğiHangi evlilikler ‘’çocuk evliliği’’dir?

Hemen hemen her hukuk sistemi bütünlük arz edebilmesi açısından kişilerin sahip olabilecekleri/olamayacakları yetki ve sorumlulukları tayin ederken yaş kriterini benimsemiştir. Hukuk sistemlerinin genel kabul gören kurallardan oluşabilmesi için her bir ferdi tek başına ele alarak düzenleme yapabilmesi beklenemeyecek bir hadisedir. Bu durum uygulamada birçok aksaklığı peşinde getirse de alternatif çözüm bulunamadığı için sitemler ‘’yaş’’ kriterini benimsemeye devam etmiştir.

Yaş olgusunun önemli olduğu bir nokta da evlilik müessesidir. Evlilik yaşı olarak bilinen bu durum Türk Medeni Kanununun 124. Maddesinde’’ Erkek veya kadın on yedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak, hâkim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple on altı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. ‘’ şeklinde düzenlenmiştir. Medeni Kanun, bir kimsenin ergin sayılabilmesi için 11. Maddesinde bireylerin on sekiz yaşını doldurmasını şart koşarken, 124. Maddesinde evlenmek için on yedi yaşı doldurmayı yeterli görmüştür. Özetle kanun koyucu evliliğin kişiyi ergin kılacağını, yani evlenmesi durumunda on sekiz yaşından küçük bir kişinin bir yetişkinle aynı hak ve sorumluluklara sahip olduğunu hükme bağlamıştır.

Türk hukuk siteminde yer alan kanunlar tek tek irdelendiğinde görüleceği üzere kimlerin çocuk sayılacağı hususu muğlâktır. Öyle ki Türk Medeni Kanunu dahi kendi içerisinde çocuk tanımı yaparken birden fazla ayrım düzenlemiş, net bir yargıya ulaşamamıştır. Bu bağlamda, Türk hukuk sisteminde, çocuk gelin/damat kavramının tarifinin, kanuna göre değiştiğini söylemek mümkündür. Nitekim Türk Medeni Kanunu’na göre on yedi yaşını, Çocuk Koruma Kanunu’na göre on sekiz yaşını, Türk Ceza Kanunu’na göre ise on beş yaşını doldurmamış kimseler çocuk gelin/damat sayılmaktadırlar. Kanunlar arasındaki bu uyumsuzluk, geleneksel yaşayışa sahip ailelerin, çocuklarını erken yaşta evlendirmelerine karşı verilen tüm mücadeleleri sonuçsuz bırakmaktadır.[1]

Türkiye’de mevcut olan bu karışıklığa rağmen uluslararası düzenlemeler ‘’çocuk’’ kriterini belirlerken ortak bir yargıya sahiptir. Türkiye’nin taraf olduğu Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Sözleşme (CEDAW) ve BM Çocuk Hakları Sözleşme (CRC) de dâhil olmak üzere uluslararası belgelere göre on sekiz yaşını doldurmamış herkes çocuktur. Bunun yanı sıra 21 Sayılı Genel Görüşünde (1994), Kadına Yönelik Ayrımcılığı Önleme Komisyonu evlilik için asgari yaşın hem kadın hem de erkek için on sekiz olması gerektiği değerlendirmesini yapmıştır. Çocuk Hakları Komitesi de 2003’te (4 no.lu Genel Görüş) kadın ve erkek için minimum evlilik yaşının on sekiz olması gerektiğini belirtmiştir. Türk Medeni Kanunu’nda uygulanan asgari yaş on yedi kuralı, taraf olunan bu uluslararası normlara uygun değildir.

Türk Hukukuna Göre Evlilik Yaşı Düzenlemesi

Evlenecek kimsenin geçerli bir evlenme sözleşmesi yapabilmesi için sahip olması gereken yeterlilik “evlenme ehliyeti” kavramı ile ifade edilir.

Birleşmiş Milletlerce hazırlanan Evliliğe Rıza Gösterilmesi, Asgari Evlenme Yaşı ve Evliliğin Tesciline Dair Sözleşme’nin 2. Maddesine göre devletler, evlilik için asgari yaş belirlemek üzere yasama tedbirleri alabilecekleri gibi yetkili bir mercileri aracılığı ile ciddi gerekçelere dayanarak, müstakbel çiftlere yaş konusunda bir muafiyet tanıyabileceklerdir.

Olağan Evlilik Yaşı Kaçtır?

Hukukumuza göre bir kimsenin evlenme ehliyetine sahip olabilmesi için, kanunun öngördüğü yaşa ulaşmış bulunması ve eğer bu kişi ayırt etme gücüne sahip küçük veya kısıtlı ise yasal temsilcisinin rızasını da almış olması gerekmektedir.

Olağan evlenme yaşı olarak on yedi yaşını doldurmuş olmak yeterli olsa da on yedi yaşını doldurmuş ancak on sekiz yaşını doldurmadığı için ergin olmayan bir kimsenin evlilik işlemlerini tek başına gerçekleştirmesi hukuken mümkün değildir. Bu sebeple hukuk doktrini, on yedi yaşını tamamlamış ancak ergin olmayan bu kimselerin durumunu tanımlamak adına ‘’evlenmeye sınırlı ehliyetsiz’’ kavramından yararlanmaktadır.

Bir kimsenin on yedi yaşını tamamlamadan önce Medeni Kanunun 12. Maddesine göre mahkeme kararı ile erginliği kazanması halinde, henüz evlenme için öngörülmüş olan yaş tamamlanmış olmadığından, evlenmenin gerçekleştirilmesi mümkün değildir; mahkeme kararıyla erginlik, bir kimseyi evlenmeye tam ehliyetli hale getirmez. Ancak mahkeme kararı ile ergin olmuş bir kimse, on yedi yaşını tamamlamış olduğu takdirde, artık yasal temsilcisinden izin almaksızın evlenebilir. [2]

Olağanüstü Evlilik Yaşı Kaçtır?

Türk Medeni Kanunu’nun 124. Maddesinin 2. Fıkrasında yer alan düzenlemeye göre on altı yaşını doldurmuş kimseler olağanüstü ve pek önemli durumun varlığı halinde hakim izni ile evlenebileceklerdir. Bu fıkraya göre evliliğin gerçekleşmesi için 3 şart mevcuttur. Bunlar; on altı yaşını doldurmuş olma, olağanüstü durumun ve pek önemli sebebin varlığı ve hakimin iznidir.

Bu üç şarttan ikincisi yani olağanüstü durumun ve pek önemli sebebin varlığının takdiri somut olayda hakimin takdirine bırakılmıştır. Hakimin bu konuyu değerlendirmeye alıp takdir edebilmesi için söz konusu izin için mahkemeye başvurulması zorunluluğu mevcuttur.

Mahkemeye, evlilik için izin alma konusunda kimin başvuracağı hususunda kanunda bir düzenleme bulunmamasına karşın yargı kararları ile bu durum açıklığa kavuşturulmuştur. On altı yaşını tamamlamış kimse ayırt etme gücüne sahip olmak kaydıyla, yasal temsilcisinin katılımı olmaksızın kendiliğinden mahkemeye başvurarak evlenmek için izin isteyebilir. Bu durum evlenmeye izin istemenin kişiye sıkı sıkıya bağlı bir hak niteliği taşımasından kaynaklanır. Nitekim Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2004/3737 Esas ve 2004/4675 Karar sayılı kararında ‘’…mümeyyiz küçük ya da onun yasal temsilcileri davayı açabileceklerdir.’’ Diyerek bu durumu içtihatlaştırmıştır.

Hakimin İzni Ne Gibi Yetkiler Verir?

Hakimin on altı yaşını tamamlamış kimseye verdiği izin muhteva olarak sınırlıdır. Hakimin kararından sonra genel ve soyut olarak evlenmeye ehil olunacağı söylenemez. Hakimin evlenmeye izin veren kararı, ancak evlenme izni için talepte bulunan kişinin, kararda belirtilen kişi ile evlenmesini sağlar; yoksa on altı yaşını tamamlamış olan talep sahibini evlenmeye tam ehliyetli hale getirmeyecektir. Kararda belirtilen kişi ile herhangi bir sebeple evlilik gerçekleşmezse, izni alan kişi artık bu izne dayanarak başkası ile evlenemez.

Yasal Olmayan Evlilikler ve Yaptırımları

Kanunun öngördüğü yaş sınırının altında gerçekleştirilen her evlilik yasaların önünde yok sayılır. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2003/1085 Esas ve 2003/2492 Karar sayılı kararda yer alan ‘’… Evlenmesi için izin istenen D.’nin dava ve hüküm tarihinde 16 yaşını bitirmediği …evlenme izni verilemeyeceği…’’ şeklindeki düzenleme ile de Medeni Kanunun öngördüğü şekillerin haricinde yapılan her evliliğin, hukuken evliliğe değil suça esas oluşturacağı karara bağlanmıştır.

Medyada ‘’çocuk gelin’’ olarak anılsa dahi erken yaşta gerçekleştirilen birliktelikler erkek/kadın ayrımı yapılmaksızın toplumun sosyolojik yarasını oluşturur. Bu evliliklerin(ki bunlar hukuken evlilik değil, birlikteliktir) yaptırımı nedir?

Türk Ceza Kanunu çocuk yaşta gerçekleştirilen bu evliliklerle ilgili özel bir müeyyide içermemektedir. Bu tarz birlikteliklerin Ceza Kanunumuzdaki yaptırımı cinsel saldırı suçuna vücut verir. On beş yaş ve altındaki bir çocuğa karşı işlenen cinsel saldırı suçlarının uygulamada işlerlik kazanamamasının en önemli nedeni bu suçun tespitinin zor olması ve suçun çoğunlukla ne yazık ki çocuğa yakın bir kimse tarafından işlenmesidir.

Nüfus Müdürlüklerinde kayıtlı olan resmi nikâhlar Belediye Başkanı veya görevlendirdiği yetkili tarafından kıyılırken, dini nikâhlar çoğu zaman bir imam ya da dini bilgiye sahip başka bir kişi önünde kıyılmaktadır. Çocuk yaşta evliliklerin çoğu bu yolla gerçekleşmektedir. Dini nikâhlarla ilgili resmi veri olmadığı için, Türkiye’deki çocuk evlilikleri ile ilgili doğru istatistiksel verilere ulaşmak mümkün değildir.

Bu noktada değinilmesi gereken ve belki de sorunu bir nebze azaltabilecek husus Ceza Kanunumuzun 230. Maddesinin 5. Fıkrasında ele alınmıştır. Bu hükme göre, aralarında evlenme olmaksızın, evlenmenin dinsel törenini yaptıranlar hakkında iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir. Türk Medeni Kanunu’nun emredici hükmü karşısında kanunu devre dışı bırakarak imam nikahı çatısı altında çocuklarla cinsel birliktelikte bulunan kimseler, cinsel suçlar bakımından cezalandırılmalarının yanı sıra bu hükme göre de ceza alacaklardır.

Son günlerde sosyal medyada yer alan ve en önemlisi herkesin hafızasına kazıması gereken husus şudur; çocuk gelin/damat yoktur, pedofili vardır!


[1] Diren ÇAKMAK, Türkiye’de Çocuk Gelinler

[2] Dilşad KESKİN,Küçük Yaşta Evlenmenin Müeyyidesi

Hukuk Sistemimizde Nafaka Türleri

para musluğu 670x300 

HUKUK SİSTEMİMİZDE NAFAKA TÜRLERİ 

Kanun koyucu, aile kurumunda bazı ahlaki değerler sebebiyle bireylerden birinin yoksulluğa düşmesi durumunda diğer bireylerin ona yardımcı olmasını sağlamak amacıyla aile hukuku’ nda nafaka yükümlülüğü kavramını getirmiştir.

Hukukumuzda tedbir nafakası, yoksulluk nafakası, iştirak nafakası ve yardım nafakası olmak üzere 4 çeşit nafaka bulunmaktadır.

1.Tedbir nafakası

Tedbir nafakası, Medeni Kanun’un 169. Maddesinde düzenlenmiştir. 169. Maddeye göre hakim, boşanma ya da ayrılık davası açılması durumunda eşlerin bakım ve geçimleri ile çocukların bakım ve korunması için gereken önlemleri almakla yükümlüdür. Hakim, dava süresince biri diğer eş diğeri müşterek çocuk(lar) için olmak üzere iki kalem tedbir nafakasına hükmetmektedir. Kanun koyucu maddeden de anlaşıldığı üzere eşler arasında tedbir nafakası bakımından eşitlik gözetmiş cinsiyete göre ayrım yapılmamıştır.

 Dava süresince hakim eşlerden birinin diğerine ne miktarda nafaka vereceğini ve çocukların yanında tedbiren bırakılan eşe diğer eşin çocukların bakımı için ne miktarda nafaka vereceğini tedbiren belirler. Bu sebeple uygulamada adına tedbir nafakası denmektedir.

Tedbir nafakası, eşlerin yükümlülüklerinin boşanma davası süresince devam etmesi sebebiyle hükmedilen bir nafakadır. Bu sebeple boşanma ya da ayrılık davasının hangi taraf tarafından açıldığına bakılmaksızın, kusur oranı araştırılmaksızın sadece tarafların mali gücü gözetilerek diğer eşe nafakaya hükmedilir.

Tedbir nafakası, boşanma veya ayrılık davasının açılış tarihinden itibaren işlemeye başlar. Davanın kesinleşme tarihi ile de sona erer.

Tedbir nafakası ara karar ile verilen nafaka türüdür. Bu sebeple ilamsız icra takibi yoluyla takibi yapılabilir. Davanın açıldığı tarihten itibaren geçerli olmak üzere hükmolunan tedbir nafakası, mahkemece hükmedilen miktar üzerinden dava tarihinde doğmuş olur. Fakat muacceliyet tarihi nafakanın hükmedildiği ara karar tarihidir. Bu sebeple tedbir nafakasına faiz işletirken bu tarih esas alınmalıdır.

2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun nafaka cezasını düzenleyen 344. Maddesi 5358 sayılı Kanun ile değiştirilmiş ve tedbir nafakası ödenmemesi suç olmaktan çıkarılmıştır. Böylelikle tedbir nafakası ödenmemesi durumunda tazyik hapsi verilemeyecektir. Fakat uygulamada bu düzenlemenin aksine kararlarla karşılaşılmaktadır.

Nafaka yükümlüsü eşin herhangi bir icra takibi yapılmadan haricen yaptığı ödemelerin nafaka borcuna mahsup edilmesi için Yargıtay 12. Hukuk Dairesi ödeme dekontlarına “nafakaya ilişkindir” ibaresinin olmasını zorunlu kılmaktaydı. Fakat bu uygulamanın hakkaniyete aykırı durumlara yol açması sebebiyle daire yerleşmiş içtihatını değiştirerek 2009/22641E. 2010/3781K 19.02.2010 tarihli kararıyla “…Nafaka borcu bulunan bir borçlunun yaptığı ödemelerin bu borç dışında ahlaki bir ödeme olduğunu kabul etmek hak kaybına neden olmaktadır.” şeklinde karar verilmiştir. Fakat yine de ödeme dekontlarına “nafakaya ilişkindir” ibaresinin yazılması nafaka yükümlüsü için özellikle ispat bakımından kolaylık sağlayacaktır.

2. Yoksulluk nafakası

Yoksulluk nafakası Medeni Kanun’un 175 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir.

TMK m. 175 şu şekildedir:

Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek olan taraf, kusuru daha fazla olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir.

 Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.”

 Yoksulluk nafakasına hükmedilebilmesi için en başta taraflardan birinin talepte bulunması gerekir. Mahkeme bir talep olmadan kendiliğinden yoksulluk nafakasına hükmedemez.

 Yoksulluk nafakasına hükmedilebilmesi için talepte bulunan tarafın yoksulluğa düşecek olması gerekir. Yoksulluk kavramı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından E. 2009/2-500 K. 2009/557 T. 25.11.2009 sayılı kararında “yeme, giyinme, barınma, sağlık, ulaşım, kültür, eğitim gibi bireyin maddi varlığını geliştirmek için zorunlu ve gerekli görülen harcamaları karşılayacak düzeyde geliri olamayanları yoksul kabul etmek gerekir.” şeklinde tanımlamıştır.

 Yargıtay nafaka talep edenin emekli maaşı almasını nafakaya hükmetmek için engel olarak görmezken çalışabilecek durumda olmasına karşın kendi isteğiyle çalışmayan kadın lehine nafakaya hükmedilemeyeceği görüşündedir.

Yoksulluk nafakası, karşı tarafın ekonomik durumuyla orantılı olmalıdır.

Yoksulluk nafakası konusunda karı-koca bakımından bir ayrım gözetilmemiştir. Kıstas olarak tarafların ekonomik durumu ve tedbir nafakasından farklı olarak kusur oranı kabul edilmiştir. Nafaka talebinde bulunan tarafın diğer eşten daha ağır kusurlu olmaması gerekmektedir. Nafaka yükümlüsünün ise kusuru aranmamaktadır.

Yoksulluk nafakası, boşanma hükmünün kesinleşme tarihinden itibaren geçerli olacaktır. Boşanma davasından sonra da yoksulluk nafakası talep etmek mümkündür fakat boşanmanın kesinleşme tarihinden itibaren 1 sene içerisinde talep edilmezse zamanaşımına uğrar. Yoksulluk nafakası, bu şekilde ayrı bir davada istenirse nispi harca tabidir.

Medeni Kanun’ un 175. maddesi boşanmadan sonra açılacak nafaka davalarındaki yetkiyi düzenlemektedir. Düzenlemeye göre yetkili mahkeme nafaka alacaklısının yerleşim yeri mahkemesidir.

3. İştirak Nafakası

İştirak nafakasının dayanağı Medeni Kanun’ un 182. maddesinin ikinci fıkrasıdır.Velayet kendisine bırakılmayan eş çocuğun bakım ve giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır.

Hakim iştirak nafakasına hükmederken taleple bağlı değildir. Bir talep olmasa dahi velayet kendisine bırakılmayan eşin, müşterek çocuğun geçim ve eğitim masraflarına ne şekilde katkı sağlayacağına karar verir.

Velayetin değiştirilmesi durumunda talep halinde iştirak nafakası kaldırılır.

İştirak nafakası, velayet hakkındaki kararın kesinleşmesi tarihinden itibaren başlar ve kural olarakd çocuk ergin oluncaya kadar devam eder.

4. Yardım Nafakası

Yardım nafakası, hısımlar arasında yardımlaşma fikrine dayanmaktadır. Bu sebeple doktrinde “yardım nafakası” olarak adlandırılmaktadır.

Yardım nafakası, Medeni Kanun’un 364 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. TMK m. 364’ te nafaka yükümlüleri kan hısımlarından üstsoy, altsoy ve kardeşlerdir. Üstsoy ve altsoyun birbirine nafaka vermekle yükümlü olmaları için soybağının mutlaka evlilik içi olması gerekmez.

Nafaka isteyebilecek olanlar ise üstsoy, altsoy, kardeşler ve kamuya yararlı kurumlar şeklindedir. Medeni Kanun’un 365/4 maddesine göre nafaka istemine sahip olan kişi resmi veya kamuya yararlı bir kurumda bakılmaktaysa bu kurumlar da nafaka yükümlülerine karşı dava açabilirler.

Nafaka isteyebilmek için öncelikle nafaka alacaklısın yoksulluğa düşecek olması gerekir. Üstsoy ve altsoy hısımları arasında nafakaya hükmedebilmek için nafaka yükümlüsünün mali gücünün olması gerekli ve yeterlidir. Nafaka yükümlüsünün kardeş olması durumunda ise kardeşin refah içinde olması gerekmektedir.

Nafaka davası açılırken mirasçılıktaki sıra gözetilecektir. Buna göre öncelikle altsoya, altsoyun bulunmaması ya da yeterince veya hiç nafaka alınamaması durumunda üstsoya, üstsoyun bulunmaması ya da yeterince veya hiç nafaka alınamaması durumunda kardeşlere başvuracaktır.

Mahkemece karara bağlanan nafaka miktarı sonradan durum koşullarının değişmesi sonucu arttırılıp azaltılabileceği gibi tamamen de kesilebilir.

Yardım nafakasında yetkili mahkeme taraflardan birinin yerleşim yeri mahkemesidir. Görevli mahkeme ise aile mahkemesidir.

Şimdi arayın: 0533 483 9313